Türklerin pasaportsuz gidip aynı dili konuştuğu tek tatil cenneti olan KKTC, muhteşem denizine, zengin tarihine, Akdeniz’in en güzel otellerine, lezzetli yemeklerine ve uygun fiyatına rağmen nedense hep göz ardı edilmiştir.
Ben son gezimi, Akdeniz’in incisi, uygarlıkların paylaşamadığı Kıbrıs’ın kuzeyine yaptım. Kentlerinde tarihe doğru yürüdüm, koylarında Akdeniz’le kucaklaştım, lokantalarında lezzetli yemeklerin tadına baktım...
LEFKOŞA
Beraber yolculuk edeceğimiz görüntü yönetmeni Faruk Solmaz, Atatürk Havalimanı’nda pasaportunu yanına almadığını söylediğinde, bir kazan kaynar suyun tepemden aşağıya döküldüğünü zannettim. Randevular alınmış, rezervasyonlar yapılmış, tüm program hazırlanmıştı. Çaresizlik içinde yönetmen Emrah Bakkaloğlu’na dönüp, “İkimiz bu işi kıvırabilir miyiz” diye sordum. Umutsuz bir ifadeyle beceremeyeceğimizi söyleyince telaşım bir kat daha arttı. Geziyi iptal etmekten başka seçeneğimiz yoktu. Yüzü al al olmuş Faruk yanımızdan uzaklaştı. Ben, öfkemden kaçtığını sandım. Ama biraz sonra yanımıza döndüğünde suratına gülücükler oturmuştu. “Geliyorum” dedi. Meğer KKTC’ye girmek için pasaporta gerek yokmuş, nüfus kağıdı yeterli oluyormuş.
Uçuş bir saat 10 dakika sürdü. Yani İstanbul trafiğinde bir yerden bir yere gitme süresinde, kendimizi KKTC’nin Ercan Havalimanı’nda bulduk. Bizi sıcak bir hava, ardından da köpekler karşıladı. İki narkotik köpeği, bagajlarını bekleyenleri koklayıp duruyordu. İşlerini ciddiyetle yapıyor, sevgi gösterisinde bulunanlara hiç yüz vermiyorlardı. Sonra uzun bir pasaport kuyruğu çıktı karşımıza. Yavaş yavaş ilerleyen, insanı bıktıran bir kuyruktu bu. Oysa ülkeyle ilk tanışma daha sempatik olmalıydı. Bir hafta önce gittiğim Venedik’te, kuyruk buradakinden uzundu ama daha hızlı ilerliyordu. Görevliler yolcularla şakalaşıyor, sayfaları uzun uzun karıştırmak yerine vizeye bakıp, giriş damgasını vuruyordu.
Mehmet YAŞİN
HÜRRİYET
Yorumlar Tüm Yorumlar (6)